ÖYKÜLER

ASANSÖR


ASUMAN

     Yirmibeş gün önce  ameliyat oldu Asuman, yedi gün önce de yoğun bakımdan çıkartıp bu tek kişilik odaya getirdiler onu, annesi kalıyor yanında refakatçi olarak, gözünden yaş hiç eksilmiyor yaşlı kadının. Beş yıl önce kocasını kurban vermişti trafik terörüne şimdi ise kızı, bindiği minibüsün köprüden uçmasıyla bu hale geldi. Yolcuların çoğu öldü kazada, Asuman'ın ölmediğine şükrediyorlardı elbette ama gencecik kız yatağa bağlanıvermişti işte. Boynundan aşağısı tutmuyordu. Yüzünü hissediyordu, burnunu, gözlerini, saçını taradığı zaman annesi, tarağı hissediyordu ya da alnına bir öpücük kondurduğunda abisi öpücüğünün ıslağını hissediyordu ama hepsi o kadar. Konuşamıyor, gülemiyor, yemek yiyemiyordu. Karnından bir delik delmiş midesine bir hortum sokmuşlar hiç farkında değildi. Böyle olduğunu annesi söylemişti. Oradan besliyorlarmış onu. "Ben bir kaktüs oldum baba" diye ağladı bir gece. Bu kazadan sonra ölmüş babasıyla içinden konuşmayı alışkanlık edinmişti.    " Hiç bir işe yaramayan, dikenli çirkin bir kaktüs. Atsan atamazsın çünkü canlı, koysan koyacak yer bulamazsın öyle gereksiz. Evin en dip odasında kötü bir yere yerleştirir arada bir aklına gelirse su verip kendiliğinden ölmesini beklersin ya işte öyle bir bitkiyim ben şimdi herkese yük."
     Her ne kadar annesi "iyileşeceksin kuzum" desede iyileşemeyeceğini biliyordu Asuman. Söylemişti zaten doktor açık,  açık "Geçirdiği kaza omuriliğe çok hasar vermiş maalesef elimizden fazla bir şey gelmiyor. Fizyoterapi ile belki bir kolunu hareket ettirmesini sağlayabiliriz" demişti kadın. O da üzülüyordu bu gencecik kızın durumuna ama yapılacak şey şimdilik bu kadardı ne yazık ki. Daha yaşı gençti, tıp her gün  ilerliyordu, Allah’tan umut kesilmezdi falan filan. Sonuç belli, dün gülüp oynarken bugün yatalak kalıvermişti işte.
     Yattığı hastane odasında yatağı oda kapısının karşısındaydı, kapı da asansörün.  Gri metal bir kapı her seferinde "tıss " diye bir sesle açılıyor asansör kata geldiğinde ise "çınnn" diye ahenkli bir ses duyuluyordu. Başını kımıldatamadığından başka yöne bakma şansı olmayan talihsiz kız asansöre binip inenleri incelemeye başladı. Böylece kendine acıyıp durmaktansa oyalanma yolunu seçti. Hem asansördeki insanlara baktıkça annesinin hıçkırıklarını da duymaz olmuştu.
     En erken, sabahın beşinde temizlik işçileri geliyorlardı. Asansör "çınn" diye durup metal kapı "tısss" diye açıldı. İçinden farklı yaşlarda üç kadın indi. Biri Asuman'a doğru baktı, gözleri karşılaştı. Gözleriyle gülümsedi ona hasta kız, kadın da ona gülümsedi. "Nuran olmalı ismi " diye düşündü Asuman, bu ismin nereden aklına geldiğini bilmiyordu ama Nuran koymuştu kadının adını. Otuzlu yaşlarında görünen temizlikçi kadınla ilgili bir hayat hikayesi düşlemeye başladı.

NURAN

     Adem' le evleneli tam sekiz yıl olmuştu. Sekiz yıla biri kız üç çocuk sığdırmışlardı birde öde,  öde bitmez ev borcu. O borç yüzünden çalışıyordu Nuran yoksa çokta meraklı değildi hastanede temizlikçi olmaya. Çocuklarının en büyüğü kızı Merve bu sene üçüncü sınıfa gidecekti. Soyunma odasına doğru yürürken "Okutacağım onu" dedi kendi kendine, buradaki kadın doktorlardan nesi eksikti onun kızının, valla akılda yarışa girse hepsini geçerdi. Şimdiden okul birincisiydi Merve'si "Dilek hoca gibi olacak benim kızım. Ne doktorum diye övünecek, ne okumuşum diye gerinecekti aynı onun gibi insan olacaktı insan. Geçen yıl Adem hastalandığında eğer o Doktor Dilek olmasa halleri haraptı. Dört yıldır çalıştığı şu koca hastanede bir o ilgilenmişti Adem' in  beliyle,  hastaneye yatırmış fizik tedavi göstermişti sayesinde iyi oldu Adem. Bak şimdi yine, nasıl da çalışıyor inşaatta sağlam sağlam.  Dilek hoca gibi olsun inşallah kızı hem iyi doktor hem güler yüzlü. Ortanca oğlu daha bu yıl başlayacak okula, nasıl heyecanlı yaramaz. O da mühendis çıkar bakarsın ooh ne güzel olur valla, çocukların biri doktor biri mühendis Adem’le ikisinin sırtları yere gelmez artık. Küçük daha  bebek sayılır. Minik Burak'ını hatırlayınca yüzü güldü kadının. " Ne yaramaz olacak o, kök söktürecek bize" 
     "Çabuk olun hanımlar. Şimdi gelir Songül hemşire" diye uyaran arkadaşının sesiyle daldığı hayallerinden uyandı, telaşlı hareketlerle önlüğünü giyip başına önlüğüyle bir örnek başlığını taktı. Her şey iyiydi hoştu da bu başlığı sevmiyordu Nuran. Bu senenin modasıydı bu, yeni gelen müdürün icadı. Aceleyle temizlik malzemelerinin bulunduğu dolaptan dezenfektan dolu bidonu aldı kovaya boşalttı. En baştaki odadan başlayarak bütün odaları paspasladı. Kızı bir doktor çıksın buralarda doktor anasıyım diye gerim,  gerim gerinecem diye gülümsedi Nuran, hayali bile güzeldi koridoru hızlı,  hızlı silmeye başladı tam doktorların odasının önüne gelmişti ki kapı açıldı içeriden doktor Dilek hanım çıktı. 
     "Nurancığım bende seni arıyordum.” Merakla yüzüne bakan kadına gülümseyerek devam etti “Benim çocukların okulu bu sene burslu öğrenci alıyor. Ben senin kızını önerdim ne dersin gitsin mi bizimkilerin okuluna ?"
     Utanmasa boynuna sarılır bir güzel öperdi bu kadını şimdi Nuran "Elbette Dilek hocam ne demek; seve,  seve göndeririz. Siz bize böyle bir iyilik yapacaksınız da biz göndermez olur muyuz hiç. Valla çok akıllıdır benim kızım sizi hiç mahcup etmez" dedi sevinçle. "Biliyorum geçen yıl okul birincisi olduğu için önerdim zaten” dedi yine gülümseyerek doktor Dilek “Tamam o zaman ben izinliyim yarın sen de izin al . Çocukla birlikte okula gelin işlemleri yaptıralım."
     Bütün gün ağzı kulaklarında gezdi Nuran,  kızı gerçekten doktor olacaktı galiba. Şimdiden doktor çocuklarının okuluna yazılmıştı. "Allah’ım sen ne büyüksün, sana şükürler olsun " diye şükrede,  şükrede çalıştı o gün.
ASUMAN

     Uyuyakaldı Asuman Hastabakıcı Nuran'ın hayatını düşlerken. Annesi şaşırdı kazadan beri doğru dürüst uyumayan kızı şimdi derin bir uykudaydı. Sevindi anne yüreğiyle “ dinlenir belki kim bilir” dedi.

FERHUNDE 

     Saat dörtte mesaileri bitmişti. Temizlik işçileri, asansörün  başına toplanıp düğmesine bastılar. Asuman'ın Nuran diye isimlendirdiği Ferhunde felçli kızın odasına baktı,  kapalıydı.  "Allah şifa versin " dedi içinden en çok annesine acıyordu insanın evladının hastalığını görmesi kadar zor bir şey yoktu. İyi bilirdi bu duyguyu Ferhunde sekiz yaşındaki kızı küçükken geçirdiği menenjit hastalığından sonra düzelememiş aklı üç yaşında kalmıştı. Doğru dürüst konuşamıyor yürüyemiyordu ama evladıydı işte canı ciğeriydi. Normal olsa şimdi üçüncü sınıfa gidiyor olacaktı. Kim bilir belki de okuyup doktor olurdu ama kader işte bu garip hallerinde onları bulmuştu hastalık.  Bir daha çocuğu olmamıştı Ferhunde’ nin.   Bütün vaktini hasta kızının bakımına harcaması kocasıyla da aralarının bozulmasına sebep oldu. Kızının hastalığından iki sene sonra bir gün evden çıktı adam ve bir daha dönmedi. Aylar sonra boşanma davası açtığını öğrendi Ferhunde. Onurlu kadındı kendisini terk eden adamın yüzüne bile bakmazdı artık. İlk celsede boşandılar, çocuğun velayetini anneye verdi mahkeme.  Onurunu kurtarmıştı ama nasıl geçinecekti. Sonunda çaresiz annesinin yanına taşındı. Araya eş dost koyup zar zor bu işe girdi. Üvey babasının lafına sözüne katlanıp duruyorlardı işte en azından annesi o çalışırken bakıyordu kızına. Gözünden süzülen yaşları eşarbının ucuyla sildi. Asansörden inip kendi dünyasına yürüdü.

ASUMAN

     Bir kargaşa vardı asansörün önünde hastabakıcı tekerlekli sandalyede bir adamı asansörden çıkartmaya çalışırken birileri de binmeye çalışıyordu "Ya Hu hasta bir çıksın da binersiniz" diye bağırdı başka bir adam itiş kakış arasında asansörün  içinden kalın sesli bir kadın "nereye geldik biz,  kaçıncı kat burası?" diye adeta bağırarak indi. Kadının şişmanlığına hayretle baktı Asuman. Beli lastikli polyester kumaştan etek kadının kalçalarının üzerinde gerilmiş üstündeki fosforlu mor bluz ise neon ışıkları gibi parlıyordu. Altmışının üzerinde olmalıydı, başındaki yazmadan bozma eşarbın önünden kızıl beyaz saçları çıkmış; belli ki kınalı, onlarda yüzüne yapışmıştı. Panikle etrafına bakınırken Asumanı gördü. Anlamsız bir bakış attı ona. İçeriden bir adam" Teyze sen neden indin ya, beşinci kata çıkcan sen bin çabuk" diye bağırdı. Şişman kadın aynı panikle elindeki poşeti sürükleyerek bindi asansöre o biner binmez de metal kapı kapandı ve asansör hareket etti. İçinden insanların "Dur teyze ne yapıyorsun ayağıma bastın"  "ay ittirmesene" diye cıyaklayan sesleriyle  doluluktan gıcırdayarak  yukarı yollandı.
     Asuman " bu teyzenin de adı Naciye olsun" dedi. Terini silmek için alnını ıslak bezle silen annesi kızının gözlerinde ilk defa neşeye benzer bir anlam gördü. 

NACİYE 

     Asansör beşinci katta durunca "tıss" diye açıldı kapı içeriden adeta yuvarlanarak çıktı Naciye. "Nerde benim oğlum? Fırat’ım nerde?" Diye kalın sesiyle bağırarak koridorda yürümeye başladı. Kadının sesi o kadar kalın ve gürdü ki  koridorda ki bütün kapılar "ne oluyor" diye merakla açıldı. Odaların birinden kot pantolonlu incecik bir kız fırladı "Anne sus bağırma buradayız" diye kadına doğru koştu. Naciye hala " Oğlum nerde? "diye feryat ederken kızıyla birlikte odaya girdiler. Üç kişilik odanın kapıya en yakın yatağında ayağında alçı yatıyordu Fırat. Meşhur bir fastfood firmasının motosikletli dağıtım elemanıydı. Sonunda olan olmuş hamburgerleri şirketin taahhütte bulunduğu yarım saat içinde müşteriye ulaştırmak için motosikletle hız yaparken önüne çıkan bir kedi yüzünden dengesini kaybetmiş ve devrilmişti. Motosikletin altında kalan bacağı iki yerinden kırılmış, kırığın birine platin takılması gerektiğinden ameliyat olmuştu. "Korkulacak bir şey yok anneciğim. Panik yapma." dedi kızı etrafına bakıp. " yalnız mı geldin? Babam nerede?"
     "Ah benim aslan oğlum ne oluverdi sana böyle. Çok canın acıdı mı yavrum " sözleriyle yatakta yatan oğlunu okşamakta olan şişman kadın odanın kapısına doğru bakıp "bilmem" dedi" arkamdan geliyordu". O sırada hastalara ilaçlarını vermek için gelen hemşireyi görünce ona doğru atıldı. Kocaman sesiyle bağırarak; "Doktor hanım, nesi var oğlumun söyle bana tehlikeli bir şey miyoksa?" Kendisinin neredeyse üç katı bir kadının bağıra çağıra üzerine geldiğini gören hemşire korktu odaya girmekten vazgeçip geri döndü can havliyle kendini bitişik odaya attı.
     "Anne ne yapıyorsun? O doktor değil hemşire. Hem Fırat'ın bir şeyi yok korkma sadece ayağı kırılmış biçimsiz bir yerden olduğu için ameliyatla platin çubuk taktılar çabuk iyileşsin diye."  Kızını can kulağıyla dinledi kadın " Biliyorum ben onun doktor olmadığını mahsus söyledim. Hani doktor gibiyim diye şişinsinde oğluma iyi baksın diye" deyip birde göz kırptı  kızına. "Ay anne nerden gelir aklına böyle şeyler?"
     " Bana bak !" Dedi birden Naciye" bu ameliyatı sigorta ödüyor mu? Eyvah oğlum rehin mi kalacak hastanede, senet mi imzalatacaklar bize Fırat’ımı da işten atarlar şimdi" Yeniden feryat edecek bir konu bulmuştu, iştahla ağlamaya başladı." Uf! Anne nereden çıkarıyorsun bunları" dedi kızı bıkkınlıkla" sigorta karşılıyor ayrıca Fırat'ın çalıştığı şirkette bütün masrafları karşılayacak çünkü oğlun bu kazada suçsuz. Önüne kedi çıkmış ezmemek için sağa kırmış o sırada dengesini kaybedip düşmüş motora falan bir şey olmamış hepsini sokaktaki kameradan görmüşler.  Ne işten atması, Fırat'ın patronu kedileri çok severmi, bir kediyi ezmemek için canını tehlikeye attı diye ikramiye verecekmiş daha kardeşime" Bu açıklama sonrası yeniden, narkozun etkisiyle yarı uykulu oğluna döndü burnunu çeke,  çeke yüzünü sevdi oğlunun Naciye.
     "Anne babam yok valla telefonuda cevap vermiyor" derken koridordan "Ankara’nın bağları" türküsünün hareketli ezgileri duyuldu. Kısa boylu zayıf bir adam elindeki telefonu kapatmaya uğraşarak girdi odadan içeri. Nefes nefese kalmıştı, kafasındaki yana taranmış üç beş seyrek tel terden sırılsıklam olmuş, öyle ki teri  eski model kruvaze takım elbisesinin sırtına çıkmıştı. "Oh nihayet buldum sizi"  diyerek oğlunun yatağına oturur gibi dayandı. "Fırat nasıl? " sorusunun cevabını annesine anlattıklarının kısa bir özetiyle verdi kızı sonrada " Baba nerelerdesin, merak ettim seni? " diye sordu Adamcağız kuruyan dudaklarını bir kaç kez yalanarak ıslattıktan sonra cevapladı "Annen o kadar hızlı yürüdü ki onu gözden kaybettim sonrada bir daha bulamadım.  Sizi bulmak için bütün hastaneyi dolaştım.  Kızı inanmaz gözlerle baktı babasına "Pes vallahi annemi mi gözden kaybettin baba? Annemi, bu cüssesi ve bu fosforlu bluzuyla?"deyip kahkahayı bastı
     "Ne varmış kız bluzumda onu bana baban aldı, bu bedeni bulana kadar bütün tezgahı indirdik. Pazarcı dövüyordu az kalsın beni pazarın  çıkışına kadar kovaladı, baban beni arkasına sakladı da, görmedi aptal" Şimdi sadece kızları değil odadaki diğer hastalarda gülüyordu. Kocasının hem boyca hem ence en az iki katıydı Naciye, adamcağızın arkasına saklandığında oluşacak manzarayı gözünün önüne getirince o da gülmeye başladı hastane Naciye'nin kontralto kahkahasıyla inledi.

ASUMAN

     Asumanda gülmek istedi hatta kahkaha atmak ama kımıldamıyordu ağzı gülemedi onun yerine bütün yüzünü yakarak iki damla göz yaşı indi gözünden.

SEBAHAT

     Beşinci katta duran asansörden bindiği telaşla indi Asuman’ın Naciye’si  Sebahat hanım, koşar adım gitti nefes nefese vardı. "Oldu mu doğum ?" diye sordu heyecanla, doğumhanenin bekleme odasında oturan kardeşi Nuriye  “ daha olmadı “ diye koşarak geldi elindeki torbayı aldı. "Sağol abla sen olmasan bebeğin eşyalarını almaya Fikret gidecekti. O kadar ani geldiki gelinin sancısı  çarşıdan eve gidemedik doğruca buraya geldik."
     "Olsun kardeşim ne olacak elime mi yapıştı getirdim işte iyi ki sizin anahtar var bende bak işe yaradı" diyerek gördüğü ilk banka oturdu. Soluk soluğa kalmış, terlemişti.  Hiç evlenmemişti Sebahat. Uzun  boylu sarışın çok güzel bir kızdı gençliğinde, kimseleri beğenip varamamış sonrasında ise şeker hastası olunca kilo almaya başlamış bu seferde kimse onu beğenmemiş sonuç olarak evde kalmıştı. Elini yüzünü kardeşinin uzattığı ıslak mendille silerken az ilerde gelininin babasıyla konuşan eniştesini gördü. "Enver 'de burada" diye geçirdi içinden, çaktırmadan bu kısa boylu saçları seyrelmiş eski moda takım elbiseli adama baktı.  "Ne çok istemişti bu Enver beni, bende boyu kısa diye istememiştim. Bak şimdi o kısa boylu Enver dede oluyor bense fidan boylu yar beklerken fidanının sapı gibi kalıverdim ortada "diye düşündü pişmanlıkla. Kısa boylu zayıf adam kadının düşüncelerini hissetmiş gibi ona döndü bir an göz göze geldiler “ Başka şeyim yokmuş gibi bu bluzu da neden giydim sanki” diye çekiştirdi mor bluzunu Sebahat , başıyla kısa bir selam verdi adama. Belki konuşurlardı da ama o sırada doğumhanenin kapısı açıldı hemşire kucağında bir bebekle dışarıya çıktı. Bunu gören Enver Sebahat 'i de geçmiş günleri de unutup torununa koştu.
     Sebahat hissettiği pişmanlıkla iyice ağırlaşmış kocaman bedenini oturduğu yerden zorla kaldırıp bebeğe doğru yürüdü. Yüzünde acıyla karışık bir gülümseme vardı.

ASUMAN

     İşte yine akşam oldu. Hastane sessizleşti. Asansörün katta durduğunu belirten ses sessizlikte daha bir çınladı, kapı açıldı genç bir adam indi içinden, aceleci hareketlerle etrafına bakındı Asuman'ı görünce elini kaldırıp selam verdi ona ve elindeki siyah karton çantayı sallayarak hızlı adımlarla hastanenin içinde kayboldu. "Geldi bizim  artist  Kamil" diye geçirdi içinden Asuman, gerçek adını bilmiyordu bu hastabakıcının ama o ona Kamil diyordu. 

KAMİL

     Nöbete geç kalmıştı Kamil, telaşla gitti soyunma odasına iş önlüğünü aceleyle giydi duvarda asılı aynada kendine baktı eliyle saçını düzeltti koridora çıktı. Saçları önemliydi onun için gözü gibi bakardı onlara. Bir sürü para verip şu reklamlarda gördüğü saç dökülmesini önleyen şampuandan almıştı, her sabah onunla yıkıyordu başını sonra ayda bir yumurta, zeytinyağı karışımı sürüyordu başına. Kız kardeşi onun bu saç takıntısı ile çok alay ediyordu ama olsun kıymetliydi onun saçları.
      "Hah Kamil geldin mi (223) deki hasta birazdan acile filme inecek çabuk götür getir, Sinan hoca burada bu onun hastasıymış ona göre" dedi nöbeti devreden arkadaşı. Hemşire bankosunun karşısındaki bölmeden bir tekerlekli sandalye kapıp (22) numaralı odaya yürüdü Kamil, canı sıkılmıştı. Normalde hastalarla iyi iletişim kurardı ama bu adam çok aksi, kendini beğenmiş bir ihtiyardı öyle saçma huysuzluklar yapıyordu ki insanın "ne halin varsa gör deyip" gidesi geliyordu. İstemeye,  istemeye tıklattı özel odanın kapısını gel denilmesini beklemeden açtı girdi içeri " Haydi amca, filme gidiyoruz" dedi
"Ne açıyorsun kapıyı" diye gürledi yataktaki yaşlı adam. Yatağın yanındaki koltukta uyuklama modunda oturan karısı sıçrayarak ayağa kalktı "Filme gidilecekmiş Özden hadi kalk bakalım" Yaşlı adam karısının lafını hiç umursamadan Kamil'e hitaben; "Bir yere girince önce selam verilir hiç talim terbiye görmedin mi sen?"
     "Affedersin amca haklısın önce iyi günler demeliydim. İyi günler teyze, iyi günler amca yalnız biraz çabuk olalım çünkü Sinan hoca hemen istemiş filmi bu yüzden acilde çektireceğiz bizi bekliyorlar aşağıda" dedi Kamil, sesinin sakin çıkmasına özellikle dikkat etmişti. Yaşlı adam zorlukla doğruldu karısının ve Kamil’in yardımıyla tekerlekli sandalyeye oturdu. Kamil kadıncağızın topallayarak yürüdüğünü fark edince " Senin gelmene gerek yok teyze zaten iki dakikalık iş ben hemen götürür getiririm" dedi yaşlı kadın minnetle baktı, içtenlikle gülümsedi,  koltuğuna geri döndü.
     Tekerlekli sandalyeyi iterek koridorun diğer ucundaki sedye asansörüne yürüdü Kamil. Karşıdan gelen Fidan hemşireyi görünce eli istemsizce saçlarına gitti. Çok beğeniyordu bu kızı hatta aşıktı ona ama Kamil’e bakmazdı ki Fidan. Hemşirelerin gözü genç doktorlarda olurdu.  Yanlarından geçerken şaşırtan bir şey yaptı Fidan hemşire ve "Merhaba Kamil" deyip inci dişlerini göstererek gülümsedi. Yüreği hop etti genç hastabakıcının o da ona bütün yüreğiyle gülümsedi.
     "Beni bu yük asansörüne mi bindireceksin, çöp indirmişlerdir kokar bu" diye huysuzlandı yaşlı adam. Biraz önceki karşılaşmanın etkisini üzerinden henüz atamamış olan Kamil kızmadı bile adama. "Bu çöp asansörü değil amca mecburen bununla gideceğiz çünkü bir tek bu iniyor acilin içine" dedi yumuşak bir sesle. Asansör kattaydı zaten düğmesine basınca kapısı hemen açıldı. İçine girdiler  Kamil eksi ikinci kata bastı ve hareket ettiler ama daha bir kat inemeden sarsılarak durdu asansör. Kamil' de yaşlı adam da şaşırarak kaldılar bir an. Hastane tarihinde asansörde kalan ilk kişilerdi herhalde çünkü daha önce böyle bir şey duymamıştı.  "Sakın korkma amca şimdi düzeltirler herhalde" dedi ama kendi rengi sapsarı olmuştu. "Alarmına bassana oğlum şu kapıya da vur bizim içeride kaldığımızı anlasınlar"
     Adamın sakinliği cesaret verdi Kamil'e alarma bastı uzun,  uzun bir taraftan da kapıyı yumrukluyordu aklına cep telefonu geldi telefonu eline alıp nöbetçi hemşireyi aramak istedi "Aha çok güzel çekmiyor telefon" dedi canı sıkılarak. Huysuz adam Kamil'in korktuğunu anlamıştı kendinden umulmayacak derecede sakin ve yatıştırıcı bir ses tonuyla " Sakin ol oğlum şimdi farkederler asansörde kaldığımızı merak etme dedi" Kamil adama inanmaz gözlerle baktı tekrar yumrukladı kapıyı. Yıl kadar uzun geçen bir kaç dakika sonra yukarıdaki kapıdan güvenlik Necati’nin sesini duydular "Kim o? Kim var orada?"
     "Biziz Necati ya ben Kamil yanımda  Sinan hocanın hastası  var asansörde kaldık çıkar bizi buradan"
     "Sen misin Kamil abi dur hemen haber veriyorum az bekleyin" deyip gitti güvenlik. Aniden asansörün ışığı da söndü şimdi bir de karanlıkta da kalmışlardı. Telefonunu çıkarıp açtı Kamil "inşallah şarjı bitmez. Ben karanlığı hiç sevmem amca" dedi. Yaşlı adam " Etrafın karanlılığından değil içinin karanlığından korkacaksın oğlum. Şurada bu küçük alanda karanlık olsa ne olur aydınlık olsa ne olur"  derken yukarıdan güvenlik Necati' nin sesini duydular yeniden "Kamil abi asansörcüyü aradılar adam düğüne mi ne bir yere gitmiş bir saate kadar gelirim demiş. Hastanın durumu iyi mi diye soruyorlar" Kamil telefonun ışığında yaşlı adama baktı "Nasılsın amca kalpte sıkışma, baygınlık hissi falan var mı? Bak bir saat diyor bunlar." Yaşlı adamdan olumlu cevabı alınca o da yukarıya iyi oldukları haberini verdi.
     " Madem bir müddet buradayız biraz sohbet edelim seninle" dedi Özden bey sesi yine sakin çıkıyordu. Kamil'in paniğini anlamış onu yatıştırmaya çalışıyordu aslında "Önce tanışalım. Benim adım Özden Tunalı emekli maden mühendisiyim. Senin adın ne bakayım"
     "Kamil benim adım amca Kamil Karaçam. Ankaralıyım ben Kızılcahamamlı iki senedir burada çalışıyorum" 
     "Güzel" dedi yaşlı adam " evlimisin çoluk çocuk var mı?" Güldü Kamil içindeki panik hissi yavaş,  yavaş kayboluyordu "Evli değilim bekarım daha, askerliği falan bitirdik düşünüyorum ama beni alacak kız bulamıyorum. Benim istediğim beni istemez ben de başkasını istemem işte böyle" dedi
     "Niye istemiyormuş bakayım  seni? Aslan gibi delikanlısın, yakışıklısın, işin gücün var daha ne?" Dedi Özden bey şaşırarak. Kamil omuz silkti" Beni beğenmez o " dedi "Hiç sordun mu kendisine? Belkide beğenir". dedi ısrarla yaşlı adam "Yok amca ya, hemşire o bakar mı benim gibi taşeron firmada çalışan bir işçiye" dedi Kamil umutsuzluk içinde. Bir müddet sustular. Yukarıda bir hareket oldu. 
     "Özden bey iyimisiniz Özden bey" doktor Sinan heyecanla bağırıyordu yukarıdan "İyi, iyi doktor bey merak etmeyin ben yanındayım" dedi Kamil "Asansörcü gelmek üzere biz özellikle müdahale ettirmedik Allah korusun daha büyük bir aksilik olmasın diye" dedi doktor tekrar "Biz bekliyoruz Özden amcayla hocam, sıkıntı yok" dedi tekrar Kamil yeniden sessizlik oldu.
     "Sen niye hemşire olmuyorsun? Bildiğim kadarıyla şimdi erkeklerde hemşire oluyor."diye sordu Özden bey aniden. " Olacağım inşallah Özden amca açık öğretimde okuyorum da sınıfı geçemiyorum bir türlü" dedi sırıtarak Kamil.
     "Çalışsan geçersin.” Dedi yaşlı adam eski huysuz sesiyle sonra yeniden sakinleşerek devam etti “ Bak sana eski bir çapkın olarak bir nasihat vereyim git bu hemşireye (ben böyle, okuyorum ama derslerde biraz sıkıntım var bana yardımcı olur musun ?)de. Eğer kabul ederse bir ümit var demektir. Ben kabul edeceğini düşünüyorum sana nasıl baktığını gördüm ben onun biraz önce" Kamil gülmeye başladı " Amca valla az değilsin sen. Nasıl anladın Fidan hemşire olduğunu" şimdi  yaşlı adamda gülüyordu "Biz kaçın kurrasıyız oğlum biliriz bu işleri ben bizim hanımla tanışana kadar az kalbe girmedim ama sonunda yengeni gördük biz çarpıldık  bu sefer" dedi keyifle sırıtarak Özden bey. Konuşma keyiflenmişti ama asansörün ışıkları yandı ve bir gacırtı ile hareket etti makine. Kamil telaşla yapıştı tekerlekli sandalyenin kulpun, dakikalar içinde indiler kapı açıldığında doktor Sinan bey, Özden beyin hanımı , güvenlik Necati ve Fidan hemşire kapıdaydı  alkışlayarak karşıladılar onları. Doktor Sinan Kamil’in elinden aldı arabayı " Ben götürürüm Özden beyi sen işine bak" dedi. Özden bey Kamil'in elini tuttu ;  "Teşekkür ederim oğlum ben rahatsız olurum karanlık ve dar yerlerde. Beni rahatlattığın için sağol" dedi Fidan hemşireye bakarak  "Haa Kamil, söylediklerimi sakın unutma ne olacağını denemeden bilemezsin" dedi yaşlı adam. Gözlerine sevecen bir bakış yerleşmişti şimdi.
     Gece saat on buçuğa gelmişti ki Özden beyin hasta odasının kapısı tıkırdadı ve açıldı. Kapının aralığından Kamil'in başı uzandı "İyi akşamlar Özden amca uyuyormu?"
     "Artık uyumuyor" dedi sert bir ses. Bu sertlik hiç etkilemedi Kamil'i içeri girdi çekinmeden yaşlı adamın yatağına eğildi " Senin dediğini yaptım amca söyledim" dedi."Eeee" der gibi baktı adam. " Kabul etti" dedi sevinçten ağzı kulaklarında Kamil.  "Biliyordum" dedi yaşlı adam gülerek "Hadi şimdi git de uyuyalım " . Gözlerini kaparken yüzünde tatlı sert bir ifade belirmişti.
     "Teşekkür ederim Özden amca" dedi Kamil usulca kapıyı kapatıp çıktı.

ASUMAN

     Asumanın içi umut ve sevinçle doldu bir an. Aşk güzel şeydi. Sonra hatırladı O hiç aşık olamayacaktı. Kapkara oldu dünya yeniden annesi yanında hıçkırıyordu.

MURAT

     Asuman'ın Artist Kamil diye isim taktığı hastabakıcı Murat, elindeki siyah karton çantayı giyinme odasındaki dolabın üstüne saklarken arkadaşı Mustafa' ya yakalandı. "Hayrola Murat ne saklıyon oğlum oralara" 
     "Sus bağırma şimdi duyarlar falan. Ne olacak bir şey değil karton çanta işte"dedi Kamil telaşla. "Anladık karton çanta olduğunu ama içinde ne var?" Dedi Mustafa hınzır bir merakla."Bana bak eğer şimdi söylemezsen nasıl olsa bir punduna getirir bakarım içine. Bizden mi saklıyon lan?" Murat sıkıldı ama başka çaresi kalmamıştı şimdi söylemezse olur olmaz yerde sorar dururdu Mustafa şimdi "Berberlik malzemeleri var" dedi  "Napıyon lan onlarla? " dedi Mustafa "Sakın traş oluyom deme yemezler biliriz meraklısın saçına sakalına ama sen hep evinde olursun traşını"
     "Yaa biliyorsun, bizim hanım ufaklık doğunca mecburen işten ayrıldı. Büyük oğlana rahmetli  kayınvalide bakmıştı hanım da çalışabilmişti ama şimdi bakacak kimse yok o da ayrıldı ne yapsın, büyük okula başlayacak bu yıl eh bir de elden düşme bir araba almıştım geçen sene onun taksitleri bitmedi daha, sözün kısası para lazım oğlum yetmiyor maaş. Bende burada asıl mesleğimi icra ediyorum. On senelik kuaförüm ben aslında dükkan yürümeyince kapatıp bu işe girdim. Şimdi mesaiden  sonra isteyen hastalara saç sakal traşı yapıp yolumu buluyorum. Gizli tabi"
     Mustafa şaşırmıştı ama anlamıştı da aynı zamanda. Benzer şeyler onun da başındaydı bir maaşla ev geçindirmek çocuk okutmak imkansızdı bu devirde. "Korkma arkadaş sırrın bende kilitli. Laf aramızda bende köyden yoğurt falan getirip satıyorum burda napalım oğlum ekmek parası bizimki. " deyip sırtına vurdu arkadaşının. İki arkadaş soyunma odasının kapısını kapatırken "eh artık traşı sende oluruz bundan sonra he Muradım" dedi gülerek "Her zaman, başımla beraber kardeşim" diye cevap verdi Murat koridora geldiklerinde birbirlerine elleriyle veda edip ayrı yönlere işlerine gittiler. 

ASUMAN

       Gece olmuştu, sanki ne hasta ne doktor kimse kalmamış gibi suskundu hastanede asansör bile kara kapısıyla sessiz çınlamadan bakıyordu Asuman'a. Uyduracak hikayesi kalmamıştı artık annesini göremiyordu ama uyuduğunu nefes seslerinden anlıyordu. Susadığını farketti dili damağına yapışmıştı sanki.İçindeki karanlık geceyle birlikte büyüdü. Ne çok severdi su içmeyi. Şöyle dikeceksin kafana bardağı, buz gibi akacak boğazından mübarek su, sen soğukluğunda hayatı yudumlayacaksın ama artık ne mümkün? Karnının yan tarafından  kocaman bir enjektörle içine boşaltıyorlardı, ağzına değmiyordu bile su.  " Babacığım" diye inledi içinden    " Babacığım nerdesin?" Dilek duası diye bir şey öğrenmişti bir zamanlar böyle bir dilek için kullanacağını asla tahmin edemezdi. Okudu, okudu, okudu
     Asansör "çınn" diye durdu kapısı "tıss" diye açıldı. Gözlerine inanamadı Asuman, babası inmişti asansörden. Gülümseyerek ona doğru geldi adam. Şimdi tam başucunda duruyordu, elini uzattı kızına. Asuman elinin kolunun hareket ettiğini hayretle fark etti. Hemen uzattı elini babasına. Sıcacık buluştu elleri. Sonra doğruldu yataktan eli tıpkı çocukluğunda olduğu gibi babasının kocaman elinin içinde asansöre yürüdü. Asansörün gri metal kapısı "tıss" diye açıldı Asuman ve babası bindiler kapı kapandı.

                                                                                                            Esra Gürel Şen- 2017





ANKARA- ESKİŞEHİR ARASI BİR HATCİK EDER

      Yanağından çenesine doğru akan teri elinin tersiyle öfkelenerek sildi Hatice. İçinden sunturlu bir küfür sallayıp koşmaya devam etti. Omzuna taktığı sırt çantası koşusunun her adımında sırtına küt küt vuruyordu.  Yürüyen merdivenlere atılırken bu kez sesli olarak “Allah kahretsin yetişemezsem mahvolurum” dedi. Bu düşünce ona güç verdi daha hızlı koşarak geldi bankonun önüne. Nefes nefese uzattı görevliye nüfus cüzdanını. Görevli biletini onaylarken ters ters (trenin kalkmak üzere olduğunu acele etmesini) söyledi.
      “ Biz ne yapıyoruz sanki” diye geçirdi içinden ve tekrar koşmaya başladı. Yine bir yürüyen merdiven bu kez istikamet aşağıya, sonra perona koş ve önüne gelen ilk vagona bin. Neredeyse sırt çantası kapıya sıkışıyordu. Vagonun üç basamaklı girişinin üçüncü basamağına ayağını uzatırken hareket etti tren. Ucu ucuna denir ya, böyle olmalı işte. Duvara yaslanıp cep telefonunu çıkardı yerine baktı “ 4. Vagon 13d”. O şimdi ikinci vagonda olduğuna göre “ yürü Hatcik” dedi kendine omzundaki ağır çantayı düzeltti yürümeye başladı. Tıklım tıklım dolu trende yolcuların kimi eğlenerek, kimi kızarak bakıyordu ona. Sırtında kapasitesinin en az üç katı fazla doldurulduğu belli bir çanta ile sağa sola çarparak ilerleyen, yüzü kıpkırmızı soluk soluğa bir kadın herkesin ilgisini çekmişti.
      Otuz üç yaşında olmasına rağmen hayatın törpüleri nedeniyle daha yaşlı görünüyordu genç kadın. Boya kızılı saçlarını ensesinde plastik bir tokayla toplamış alelacele yapıldığı belli bir makyajın altında yüzü terin de etkisiyle dalga dalga kızarmıştı. Gözleri güzeldi aslında içinde mor haleler barındıran değişik bir maviydi. “Liz Taylor” gözlü kızım diye severdi annesi küçükken onu. “Liz Taylor” gözleri bu yaşında üç kez evlenip boşanmasına yaramıştı sadece. Artistin kendine mutluluk getirmediği gibi ona da getirmemişti menekşe gözler.
      İlk evliliğini yaptığında henüz on yedi yaşındaydı Hatcik. Küçükken kendi ismini söyleyemeyip Hatcik dediği günden beri ismi böyle kalmıştı.  Liseden mezun olduğunun ertesi günü kıyılmıştı nikâhları Sacit’ le. Yaşı tutmadığından annesi ve babası da imza atmışlardı nikâh defterine. Sacit, babasının yakın arkadaşı Emin amcanın oğlu. Birlikte işlettikleri bir benzin istasyonları var, varlıkları yerinde yani. Babasının onu Sacit’e veriş nedeni bu benzin istasyonu. Kızını Emin’in oğluyla evlendirirse hem kızı rahat eder hem de kendisi bir iş bulabilir istasyonda. Böylece şoförlükten kurtulur şu kısa ömründe biraz dinlenirmiş. Öyle demiş annesine sebep olarak. Ah bir rahat etti bir rahat etti ki Hatice sormayın gitsin, her gün iki posta dayak, bir kocasından bir kayınpederinden. 
“Aah babacığım”  dedi genç kadın. Camdan dışarısı görünmüyordu sis çökmüştü Ankara Eskişehir arasına. “ Nereden geldi aklıma bu eskiler” diye düşünüp başını cama yasladı. Nasıl da dayanmıştı ama babası Emin Efendinin kapısına?
      “ Efendi biz seni adam bildik, dost bildik, kızımızı verdik sen böyle mi yapacaktın? Şu çocuğun haline bak kolunu kırmışsın kızımın” diye avazı çıktığı kadar bağırmış aldığı gibi gitmiş bir daha da göndermemişti onu.
      “Ah babacığım yaşasaydı ben böyle olur muydum?” Diye iç geçirdi Hatcik gözlerine dolan yaşları sildi. Gören var mı diye bakındı sonra başını yeniden yaslandı cama. 
      Boşanmam diye tutturmuştu kocası. Bir gün sokak arasında annesiyle ikisini kıstırıp üzerlerine yürümüş, annesinin bütün koruma çabalarına karşılık  “ Seni başkasına yar etmem” diye vurmuştu da vurmuştu. Ağzı yüzü kan içinde kalmıştı ama bu dayak bir sokak dolusu insanın önünde atıldığından tek celsede boşanmıştı Hatcik. O seni başkasına yar etmem diyen kocası da boşandıktan bir ay sonra evlenivermişti, tekrar. 
      Baba evine dönmüştü çok şükür ama on dokuz yaşında boşanmış dul bir kadın olarak yaşamak ağrına gidiyordu. Araştırdı, soruşturdu bir kursa gitmeye karar verdi. Şimdi bu diyet işleri moda olmuştu. İnsanlar  para verip fast food yiyip şişmanlıyor sonrada yine para verip zayıflamak için diyetisyenlere, sağlık merkezlerine koşuyorlardı. Hatcik bu furyanın rüzgârıyla açılmış bir “dengeli beslenme ve sağlık” kursuna yazıldı. 
      Kursa başladığının ikinci günü derse gelen öğretmen Kaan Bey o güne kadar gördüğü en yakışıklı erkekti. Hele bir ses tonu vardı ki dinlemeye doyamıyordu genç kadın. Belki de sadece Kaan beyin güzel sesinin, kara gözünün hatırına çok çalıştı, altı ayın sonunda kursu birincilikle bitirdi. Sertifikasını aldığı gün Kaan Beyinde ortaklarından olduğu  “Kuğu Diyet ve Detoks Merkezi” nden iş teklifi gelince neredeyse sevinçten bayılacaktı Hatcik. Hiç zaman kaybetmeden ertesi günü başladı işe. Buradaki görevi merkeze gelen hanımların detoks ve diyet programlarını izlemekti. Her akşam Kaan Bey geliyor hem işlere bakıyor hem müşterilerle ilgileniyordu. Bu havalı şişman kadınların yakışıklı öğretmenin karşısında kırıtışlarına sinir oluyordu, içten içe tutulmuştu adama. İşten çıktığı yağmurlu bir akşam arabasıyla önünde durup onu eve götürmeyi teklif ediverdi Kaan Bey. Tıpkı filmlerdeki gibi olmuştu, romantik ve masalsı. Birkaç araba yolculuğu sonra kafede bir akşam kahvesi eh birkaç arkadaşla birlikte yenen bir akşam yemeği hafta sonu yapılan piknik falan derken kendini yeniden nikâh masasında buluverdi Hatcik.
      Rüya gibi geçen bir kaç ayın ardından balayı bitti. Kocasının kendisine gösterdiği ilgiyi bütün güzel kadınlara gösterdiğini anladığı gün önce inanamadı sonra ardından acı ve öfke geldi. Kocasının neden onunla evlendiğini sorguladı. Sebep çok güzel olmasıydı. Sevmişti Kaan onu ancak, bir acı gerçek daha vardı ki o da; adamın kendisini sevdiği kadar diğer güzel kadınları da sevdiğiydi. Kıskançlık krizleri kavgalar arasında geçen uzun ve acılı bir dört yılın sonunda anlaşmalı boşandılar. Boşandıklarının ikinci ayında babası yakalandığı kanser illetinden kurtulamayarak hayata veda etti. Kızının üzüntüsü adamı hasta etti dedi konu komşu.  Başka bir sağlık merkezinde başka bir iş buldu annesiyle birlikte dedikodulara kulağını kapatıp yaşıyordu ki bir gün annesi;
       “ Ben yeniden evlenip Sinop’a gidiyorum” deyiverdi. Babası öleli daha bir yıl bile olmamıştı. Bağırdı, çağırdı, ağladı ama nafile annesi kararını vermişti. “ Kızım” dedi kadın “ Benim hiç gelirim yok. Babandan da bir şey kalmadı. Rahmetlinin bir emekli maaşı bile yok elime gelen.  Sen daha çok gençsin, yarın bir daha evlenirsen ben ne olurum? Bu öyle gerçek bir evlilik değil. Adamın karısı ölmüş çocukları baktıracak insan arıyorlar. Karısından çok bakıcısı olacağım yani senin anlayacağın Hacı’nın” dedi ve on beş gün içinde tası tarağı toplayıp gidiverdi Sinop’a.   Bir yıl içinde hem kocasından, hem babasından hem de annesinden olmuştu zavallı Hatcik. “ Neyse ki işim var” diye sevinirken çalıştığı sağlık merkezinin işleri kötü gitmeye başladı. Sonuç işçi çıkartmalar ve tabi sıra Hatcik’ ede geldi bir akşamüzeri bir daha dönmemek üzere çıktı Sağlık Merkezinin kapısından. Günlerce iş aradı. Kıyıda köşede biriktirdiği parası bitene kadar dayandı ama iş yoktu. Sonunda işten çıkartıldığı günden beri yanına çağıran annesinin dediğini yapmak ve Sinop’a gidip üvey babanın insafına sığınmak zorunda kaldı.
       Geldiğinin üçüncü ayında Sinop’ta deniz kenarında  “ Sağlıklı Hayat” adlı kamp tarzı bir merkezin kurulacağı müjdesini öğrenip hemen başvurdu. Geçmiş tecrübeleri ve diyet üzerine almış olduğu sertifikası burada işine yaradı merkez açılır açılmaz işe başladı. Kısa zamanda gayreti ve çalışkanlığıyla kendini gösterip işyerinin sahibi karı kocanın gözlerine girmeyi başardı.  Annesi ve üvey babasıyla yaşamaktan memnundu. Adamcağız zaten çok yaşlı ibadetten başka derdi olmayan bir adamdı. Çocukları ise babalarına iyi bakıldığı sürece bir şeye karışmıyorlardı. Sinop’a geleli neredeyse iki yıl olmuştu ki bir gün üvey babasının büyük kızı bir teklifle geldi.  Bir komşuları vardı. O’da tıpkı Hatcik gibi şansı yaver gitmeyenlerdendi. İki kere evlenmiş ilk karısı trafik kazasında ölmüş ikinci karısıyla ise geçinemeyip evlendikten kısa süre sonra ayrılmış bir adamdı bu komşu. Yaşlı bir annesi vardı Adliyede görevli devlet memuruydu bir evi bir arabası olan efendi bir insandı Hamdi. Pek münasiplerdi doğrusu.
      “İki talihsiz insan belki de birbirinizin talihi olursunuz” dedi üvey babasının büyük kızı. Geldi gitti sonunda Hatcik’i görüşmeye razı etti. Denildiği gibi efendi bir adamdı hakikaten ortadan biraz uzun boylu, zayıf,  seyrek saçlı gözlüklü bir adamdı Hamdi Bey. İlk buluştuklarında gri bir takım elbise giymiş kravatını beğenmese de takımın rengine uyduğunu kabul etmişti Hatcik. İkinci görüşmelerinde tatlıcıda kaymaklı kadayıf yerken kabul etti adamın evlenme teklifini sadece bir şartı vardı Hatcik’in o da çalışmasına karışmayacaktı. Hamdi’nin böyle bir şeye niyeti bile yoktu ama onun da bir şartı vardı evlendiklerinde annesi ile birlikte yaşayacaklardı. Annesini yalnız bırakamazdı. Sonunda bir 23 Nisan günü dışarıda çocuklar bayram yaparken on, onbeş kişilik bir davetli topluluğunun önüne nikâhlandılar. Mavi bir elbise giyip eline müstakbel kocasının kibarlık olsun diye getirdiği kırmızı gülü almıştı. Anneler ağladı, üvey babası rahatladı diğerleri mutluluk dilekleriyle alkışladılar.
      Yeni hayatı bütün sakinliğine ve durağanlığına rağmen diğer yaşadığı iki evliliğe göre çok daha mutluydu. Ne Sacit’ le olan evliliği gibi korku vardı ne Kaan’la olan evliliği gibi tutku doluydu ama huzur içeriyordu.  Sabah kayınvalidesinin hazırladığı kahvaltıyı edip işine gidiyor akşam kayınvalidesinin hazırladığı yemeği yiyordu. Akşamdan sonra bulaşıklar ve kocasının çok sevdiği çay faslı ona aitti. Çaylarını içip televizyonda dizi seyrediyorlar sonra sakince odalarına çekiliyorlardı. Allah var yaşlı kadının ağzı var dili yoktu. Sevmişti Hatcik kayınvalidesini şimdilik her şey yolundaydı.  Evlendikten sekiz ay sonra sessiz evleri Hatcik’in verdiği bir müjdeyle neşelendi. Hamileydi genç kadın ve bu hem Hamdi için hem de onun için yepyeni bir tecrübeydi. O sakin yaradılışlı adam bu haberle değişti. Heyecanlı meraklı ve sanki daha da sevecen bir hale dönüştü. Akşamları karısını işten almaya gidiyor dönüşte onu alışverişe ya da pastaneye götürüyor nasıl gönlünü edeceğini bilemiyordu. Hamileliğinin dördüncü ayında bebeğin bütün ihtiyaçları tamamlanmıştı neredeyse. Kayınvalide Kadriye Hanım da oğlundan farklı değildi. Gelini beslensin diye her gün çeşit çeşit yemekler yapıyor elini sıcak sudan soğuk suya sokturmuyordu. Nihayet süre tamamlandı ve nur topu gibi bir erkek bebek kucaklarına veriliverdi. Babasının ismini koymak istedi Hamdi kabul etti Hatcik sevinçle “yalnız yanına da Efe ismini ekleyelim mi?” diye sordu. Kadriye Hanımın tam desteğiyle çocuğun adı Rıza Efe oldu.
      Şimdi hayat daha bir renklenmiş sanki bahar bütün çiçekleriyle içinde açmıştı Hatcik’in yüreğinde. Kadriye Hanım bebeğin her şeyiyle ilgileniyor öyle ki Hatcik’e emzirmek dışında bir iş kalmıyordu. Doğum izni bitince ücretsiz izin almayı düşündü genç kadın ama “ Ne gerek var kızım ben varım nasıl olsa. Benim başka ne işim var? Ben bakarım torunuma, sen  “ Sağlıklı Hayat” a devam et bak bundan sonra daha çok para lazım size. Yarın bu çocuk büyüyecek, okula gidecek şimdi gençken çalışın da biraz para biriktirin. Ben de elim ayağım tutarken torunumla vakit geçireyim değil mi ya?” deyip ikna etti onu kayınvalidesi. Ne iyi kadındı şu Kadriye Hanım. Annesi yapmıyordu onun yaptıklarını.
      Kocasıyla araları hiç olmadığı kadar iyiydi. Neredeyse Kaan’la yaşadığı gibi tutku ve aşk dolu bir evliliğe dönüşmüştü hayatı üstelik kavgasız gürültüsüz. Akşamları onu işten alma seanslarına devam ediyordu Hamdi. Karı koca güle eğlene geliyorlardı akşamları eve. Yemekten sonra dizi falan seyretmek istemiyordu genç adam karısını ve oğlunu alıp odalarına çekiliyor çocuklarıyla vakit geçirip onu uyuttuktan sonra ikinci bir çocuğun hayaliyle yataklarına giriyorlardı hemen. Bir akşam onu almaya geldiğinde hemen eve götürmedi onu kocası. Ev yerine Sinop’un yeni yapılaşmaya başlayan semtlerinden birinde bir inşaata götürdü.
      “ İste Hatcik’ ciğim yeni evimiz dedi” karısına müjdeyle.  Bankadan ev kredisi çekmiş peşinat olarak da babasından kendisine kalan dükkân hissesini amcasına satmıştı.
      “Evler biraz küçük iki oda bir salon ama neyimize yetmez değil mi?” dedi Hamdi sevinçle.
      “ İyi ama kocacığım annem var sonra Rıza Efe nasıl sığacağız keşke üç artı bir olsaydı”
      “ Canım annemin evi var buraya da bizimle gelecek değil ya?” dedi adam karısını şaşkınlık içinde bırakarak.
      “ Yok olmaz! Ben annemi bırakmam. Sen üç odalısına bak bu evlerin belki biraz zorlanırız ama asla annemsiz olmaz “ dedi ısrarla Hatcik. Hamdi kolunu karısının omzuna attı “ Tamam bakarız” dedi sevgiyle “ İyi ki evlendin benimle Hatcik ömrüme güneş gibi doğdun” dedi Hatcik’i bir kez daha şaşırtarak.
      Eve döndüklerinde heyecanla ve sevinçle anlattılar olanları Kadriye Hanım’a. Hamdi gururla söyledi karısının “Onu asla bırakmam” dediğini. Kadriye Hanım sevgiyle baktı gelinine ama içinde farklı bir duygu yeşerdi. Korku. Demek ki bundan böyle gelininin insafına kalmıştı. Oğlu o ömrünü feda ettiği biricik oğlu tıpkı öncekilerde olduğu gibi mor gözlü bir kadın uğruna gözden çıkarıveriyordu kolayca annesini ama işler hiç öyle kolay değildi, eğer o da Kadriye ise daha önce bırakmadığı gibi şimdi de ne oğlunu ne torununu bırakmazdı kimseye.
     O günden sonra Kadriye Hanım Rıza Efe’nin üzerine daha fazla düştü. Çocuğun, işten gelince annesine bıraktığı bakımını da üstlendi fark ettirmeden. Eve geldiklerinde çoktan yemeğini yemiş oluyordu mesela çocuk, altı temizlenmiş bütün ihtiyaçları giderilmiş oluyordu. Hatcik oğluyla oynamak istese bir bahaneyle alıyordu elinden çocuğu Kadriye Hanım. Ya kendi ilgileniyor ya da babasına veriyordu. Bir akşam “ Kızım ben bir şey düşündüm sen bütün gün zaten işte çok yoruluyorsun gece de bu çocuk rahat uyutmuyor seni bundan sonra geceleri benim yanımda kalsın Rıza Efe sizde rahat rahat uyuyun. İkinizde çalışıyorsunuz, bak bir sürü borca girdiniz işinize iyi sarılmanız lazım, uykusuz çalışmak zor olur “ dedi. Hamdi daha Hatcik bir şey demeden sevinçle kabul etti bu teklifi. Hakikaten son zamanlarda oğlan geceleri bir türlü uyumuyor, ya oynamak istiyor ya da huysuzluk ediyor onları da uyutmuyordu. Hatcik çocuğun gündüz çok uyuduğu için gece uyumadığını düşünüyordu ama bir şey söyleyemedi. Apar topar çocuğun karyolası ve eşyaları Kadriye Hanım’ın odasına taşındı. Zaman geçtikçe Hatcik oğluyla arasına kayınvalidesinin girdiğini fark etmeye başladı. Ne zaman çocuğa yaklaşsa bir şekilde alıkonuyordu.  Hafta sonları parka götürmek istese “çocuk hasta burnu akıyor” deniyordu mesela alıp annesine gitmek istese “birlikte gidelim bende görmek isterim anneni “ diyordu Kadriye Hanım ve orada Rıza Efe hep babaannesinin bakımında kalıyordu. Düşse babaanne koşuyor, ağlasa babaanne susturuyor acıksa babaanne doyuruyordu artık Rıza Efe’yi.
      Hatcik bir terslik olduğunun bilincindeydi ama bir türlü söyleyemiyordu. Birkaç kez Hamdi’ye ya da arkadaşlarına söylemek istemiş hemen nankörlükle suçlanmıştı. O da sustu ancak elden giden oğluydu öyle ki çocuk artık anne diye değil babaanne diye ağlıyordu. Kucağına almak istediğinde sevmek istediğinde huysuzlanıyor babaannesini istiyordu küçük çocuk.  Zamanla çevreden Hatcik’in çocuğuyla hiç ilgilenmediği her işi Kadriye Hanım’a bıraktığı şeklinde dedikodular duyulmaya başladı.
     “ Gelinim çok iyi bir insan ama pek ev işleriyle arası yok alışmamış ne yapsın çocuk bakımından ise hiç anlamıyor biraz da sevmiyor galiba çocukları zaten öbür kocalarından bu yüzden ayrılmış diyorlar onun için varsa yoksa işi. Ne varsa artık o işte?”  gibi ara ara yaptığı serzenişlerle bu dedikoduları körüklüyordu Kadriye Hanım. “ Ne varsa artık o işte?” sorusu git gide büyüdü insanların ağzında. Hamdi’ nin kulağına kadar geldi.  Önce ufak birkaç sitem birkaç laf dokundurmayla başlayan huzursuzluk Kadriye Hanım’ın ateşlemesiyle kısa zamanda yangına dönüştü.” Bende yaşlı bir insanım oğlum. Bakarım dedim ama bu kadar da olur mu artık? Hiç üstlenmiyor, ne evin işlerini ne oğlunun sorumluluğunu. Vallahi çocuk neredeyse anne diye beni biliyor.  Varsa yoksa “ Sağlıklı Hayat”. Bıktım vallahi bu işten” demeye başladı oğluna sık sık.
      “ Sağlıklı Hayat” diyet ve sağlıklı yaşam kampı son yıllarda birkaç ünlünün gelmesiyle tanınmış kısa zamanda İstanbul’un zengin hanımlarının ve şöhretli yıldızlarının uğrak yeri olmuştu. Dolayısıyla işler artmış merkezin en eski ve deneyimli çalışanı olarak Hatcik’in işi de ağırlaşmıştı. İşini gerçekten seviyor zorluğundan ya da yorgunluğundan şikâyet etmiyordu Hatcik.  İki yıl önce işe alınan diyetisyen Mahmut Bey ile yakın mesai çalışıyorlardı mecburen.  Mahmut Bey evliyken bu duruma hiç ses çıkartmayan Hamdi adam karısından boşanınca huzursuz olmuştu. Her fırsatta bu konuda konuşuyor Hatcik’i sorguya çekiyor işten azıcık geç çıksa ya da ağzından Mahmut Bey lafı çıksa bu durum ortamı geriyordu. Sonunda kavgalar başladı. Zavallı Hatcik kıskançlığın anlamsız olduğunu kendisini ne kadar çok sevdiğini, Mahmut Beyin de aslında karısı ile barışmak için uğraştığını bir türlü anlatamıyordu Hamdi’ye. Kadriye Hanım’ın etkisi artık gözle görülür biçimde hissediliyordu. Hatta öyle ki kavgalarına bile müdahil olmaya başlamıştı kadın. “ Ne işin var senin o kartoloz adamın yanında, istesen başka bölüme geçersin demek ki sende memnunsun “ gibi Hamdi’ yi daha da delirtecek sözler söylüyor kavgalarını yatıştıracağına körüklüyordu. O eski huzurdan eser kalmamıştı.
      Kadriye Hanım daha ileriye nasıl gidebileceğini düşünüp  “ Sağlıklı Hayat” diyet merkezinde bir casusu edindi. Komşuları Selda. Bekar olduğu günlerde Hamdi ile evlenme hayalleri kurmuş olan Selda Hamdi’ nin Hatcik’ i tercih etmesiyle hayal kırıklığına uğramış kaba saba bir adamla evlenip mutsuz olduktan sonra ise Hatcik’ e düşman olmuştu. Aslında bu işe Hatcik sayesinde girmişti. O önermese “ Sağlıklı Hayat” onun gibi eğitimsiz birini asla işe almazdı ama şimdi Kadriye hanımla birlikte hareket ediyor Hatcik’ in attığı her adımı ona bildiriyordu. İşte o sayede haberdar oldu Kadriye Hanım Hatcik’ in tansiyonu düştüğü için baygınlık geçiren Mahmut beyle ilgilendiğini. Fırsatı kaçırmamak için oğluna çok acil “”Sağlıklı Hayat” a gelmesini söyleyen bir mesaj attıktan sonra Rıza Efe’ yi kapıp taksiyle kampa geldi. Pusetteki çocuğu jetleri kıskandıracak bir süratle sürerek Hatcik’in Mahmut Bey ile ilgilendiği odaya adeta daldı. Gerçekte yalnız bile değillerdi Hatcik ile Mahmut Bey. Yanlarında kampın doktoru Sevim Hanım ve hademe Behzat’ ta vardı ama onları görmedi bile yaşlı kadın. Görmekte istemiyordu zaten, hasta adamın yattığı yatağın kenarına ilişmiş gelinini görür görmez elindeki puseti bırakıp kadının üzerine saldırdı. Bir yandan da;
      “ Vay bunu da mı yapacaktın bize o…pu!” diye bağırıyor bir yandan saçını çekiyordu Hatcik’in. Odada ki herkes şok içindeydi. Ne olduğunu anlamamışlar zavallı Hatcik’i yaşlı kadının elinden kurtarmaya çalışıyor Mahmut Bey kolundan yakaladığı Hatcik’ in yere düşmesini önlemeye çalışırken Doktor Sevim Hanım Kadriye Hanımı çekmeye uğraşıyor bu arada pusetteki çocuk avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu.  İşte bu manzaranın ortasına bir de Hamdi bomba gibi düştü. Annesinin;     
      “Ben sana demedim mi oğlum iki koca eskitmiş bu kadın kim bilir neden diye bak işte gördün mü olanı, senide boynuzluyor bu şerefsiz ah biz ne suç işledikte düştük bu çirkefe”  çığlıkları üzerine saldırdı karısının üzerine. Hatcik kocasının da aynı şekilde üzerine geldiğini görünce çığlıklar atarak bağırmaya başladı, eline geçen her şeyi fırlattı kocasına, üstünü başını yırttı ve sonunda canhıraş bir feryat atıp bayıldı. Ciddi bir sinir krizi geçirmişti. Kendine geldiğinde ambulansla hastaneye götürülüşünü ve sonrasındaki üç günü hiç hatırlamıyordu. Kayınvalidesinin sözleri, oğlunun ağlayışı ve kocasının suçlayan bakışlarını hatırlayınca birkaç kez yeniden krize girdi, depresyon ağırlaştıkça ağırlaştı. Sinop Devlet Hastanesinin Psikiyatri Kliniğinde geçirilen dört ayın sonrasında kontrol şartıyla taburcu oldu. Annesi çıkarttı onu hastaneden ve doğruca kendi evine götürdü. Hiç durmadan oğlunu ve kocasını soran kızına doktorların şimdilik onlarla irtibat kurmasını yasakladığı yalanını uydurarak zar zor on gün kadar tutabildi. Ancak gerçek hiçbir yalana dayanamıyor sonunda ortaya çıkıyordu ve öğrendi Hatcik. Hamdi onu Adliye’deki arkadaşlarının da yardımıyla hastaneden aldığı deli raporunu delil olarak gösterip gıyabında tek celsede boşamıştı, ardından Sinop’taki evi barkı her şeyi satıp annesini ve oğlunu da alıp kayıplara karışmıştı. Yeniden hastalandı genç kadın. Kendini yerden yere attı. Hamdi’ yi de annesini de istemiyordu artık ama ya oğlu, oğlu ne olacaktı? Ağladı çırpındı yeniden krize girdi, hastane günleri tekrar başladı.
      Hastanede onu ziyarete “ Sağlıklı Hayat” kampının doktoru Sevim Hanım gelmeseydi bu belki böyle bir müddet daha devam ederdi ama Sevim hanım aklını başına toplamasını söyledi ona. Doktorlara yardımcı olmasını ilaçlarını içip bir an önce sağlığına kavuşması gerektiğini söyledi. Yoksa geçen zaman onun aleyhine işliyordu. Eğer oğluna kavuşmak istiyorsa önce iyileşmeli sonra araştırmalıydı. Nereye gittiklerini öğrenip peşlerine düşmeliydi.
      Sevim Hanımın uyarıları yuttuğu ilaçlardan daha iyi geldi Hatcik’ e. Doktorları şaşırtan bir hızla iyileşti. Hastaneden çıkar çıkmaz yaptığı ilk iş Adliye’ye gidip Hamdi’ nin arkadaşları ile konuşmak oldu. Öyle ya bu adam devlet memuru emekliliğine de daha çok var olduğuna göre mutlaka tayin oldu. Tanıyordu kocasını evi barkı satabilirdi ama memuriyetini yakmazdı.  Hamdi’ nin arkadaşları önce bilmiyoruz falan diye geçiştirmeye çalıştılar ancak Hatcik savcılığa başvuracağını bir anne olarak çocuğunun nerede olduğunu bilmeye hakkı olduğunu söyleyip diretince istemeye istemeye Hamdi’ nin Eskişehir ’e tayin olduğunu söylediler. Şimdi sıra Eskişehir’ e gidip oğluna kavuşmaya gelmişti ama nasıl? Parası yoktu, işi yoktu.  İmdadına yine Sevim Hanım yetişti ve onu bir avukat arkadaşıyla görüştürdü. Avukat;
      “ Önce düzenli bir işiniz ve bir eviniz olmalı. Sonra sağlık raporlarıyla tamamen sağlıklı olduğunuzu ispatlamalısınız ardından bir velayet davası açar işi bitiririz “dedi.  Yavaş ama emin adımlarla hareket etmeli acele etmemeliydiler. Onlar Eskişehir’de olduklarına göre Hatcik’te oraya gitmeli ve kendine orada yeni bir hayat kurmalıydı önce. “Sağlıklı Hayat” ın sahibi yıllardır yanlarında çalışan bu cefakâr kıza yardım etmek için imkânlarını seferber etti ve Eskişehir’de zayıflama ameliyatları yapan bir doktorun kliniğinde bir iş ayarladı. Sadece bugün üçe kadar mutlaka klinikte olmalı ve iş görüşmesini gerçekleştirmeliydi Hatcik. İşte bunun için sabahın köründe Sinop’tan yola çıkmış kan ter içinde Ankara’da hızlı trene yetişmiş Eskişehir’ e gidiyordu.
      “ Trenimiz Eskişehir Garına giriş yapmak üzeredir. Bu istasyonda inecek yolcularımızın hazırlanmalarını önemle rica ederiz….” Diyen anonsu duyunca başını dayadığı camdan kaldırdı, gözündeki yaşları sildi, toparlandı.
      “ Ankara, Eskişehir arası bir Hatcik” etti dedi kendi kendine. Bütün hayatını yeniden yaşamıştı sanki bu tren yolculuğunda. Kalktı sırt çantasını yeniden omuzlayıp indi trenden. Artık hayatında bir tek amaç ve bir tek erkek vardı o da oğlu Rıza Efe. Amacına ulaşmak için sert adımlarla yürüdü bu bilmediği şehrin bilmediği sokaklarına doğru kararlı ve kendinden emin.







ÜTÜYÜ KİM İCAT ETTİ?



Geçen hafta İstanbul’ daydık önümüzdeki hafta ise İzmir Sığacık’ a gideceğiz en azından seçimlere kadar kalacağız inşallah. Malum seçim var gelip oy kullanmamız lazım. Vatandaşlık görevimiz bu  yapmazsak olmaz.
     İlk defa bu kadar uzun süre evimden ayrılacağım.  Döndüğümde her şeyin temiz ve hazır olmasını istediğimden, kışlıkları kaldırıp yazlıkları çıkardım. Çarşaflar, yastıklar, nevresimler, örtüler falan derken bir sürü çamaşır yıkadım. Çamaşırı yıkamak kolay atıyorsun makineye kendi kendine yıkanıyor,  sana kalan serip kurutmak ama işte asıl macera bundan sonra başlıyor. Ütü.
     Ütü masasını küçük odaya kurdum, dağ gibi yığılmış çamaşırlara bakıp derin bir iç geçirdim, besmeleyi çekip başladım ütülemeye. Ütü yapmayı da hiç sevmem ama ütüsüz de bir şey kullanamam, her şeyi ütülerim; bu bana annemden kalan bir alışkanlık. Sehpamın dantel örtüsünü ütülerken annemin  “ onu kolalamadan mı ütülüyorsun Esra?” Diyen eleştirel sesini duydum sandım bir an.
     Genç bir kızken “ anne niye kolalıyoruz bu örtüleri sadece ütüleyelim yeter” dediğimde annem yüzüme sanki cinayet işlemişim gibi bakıp “ Hiç olur mu? Mutlaka kolalanıp öyle ütülenecek o örtüler sonra düzgün durmazlar” demişti ama bak anneciğim kolalamıyorum bunları kurumadan daha ıslakken düzgünce ütülüyorum kolalanmış gibi oluyor, dantelin ipi müsait, kızma bana.
     Kola deyip geçmeyin öyle kolay iş değil, şöyle geniş bir kap alacaksınız iki tatlı kaşığı nişastayı ılık suyla ezip kabı dolduracak kadar sulandıracaksın, kolalanacak çamaşırları içine atıp bekleteceksin sonra da ıslak ıslak ütüleyeceksin. Allah’tan sonradan hazır kolalar çıktı da nişastalar kurtuldu.


     Annem hayatımda tanıdığım en titiz kadınlardan biridir. Hele çamaşır ve ütü konusunda neredeyse takıntılı diyebiliriz. Onun evinde ki her şey, her zaman  mağazadan yeni alınmışçasına düzgün durmalı, aman sakın ha, hiç bir şey kırışık olmamalı hele kirli Allah korusun, böyle bir acıyı anneme göstermesin.
     Büyük kızım Aliye henüz dört yaşındaydı Ankara’daki evimizde ütü yapıyorum. Yakın zamanda ikinci çocuğum olacağından annem Kütahya’dan bize gelmiş, Aliye yerde oyuncakları ile oynuyor, annem kanepede bana bakıyor. Bende biraz acele ediyorum çabuk çabuk ütülüyorum. Annemin yüz ifadesinden yaptığım ütüyü hiç beğenmediği belli. Sonunda dayanamayıp karıştı tabi. “ Kızım o olmadı, yakasını bir daha ütüle, aaa o nevresimi aç, hiç öyle katlanır mı?” demeye başladı.  Derhal bir çare bulmalıydım yoksa bu ütü asla bitmez.


     “ Biliyor musun Aliye?” Dedim kızıma hitaben “ anneannen eskiden çamaşırlıkta yıkarmış çamaşırlarını sonra ütüleride böyle değilmiş, kömürlü ütüymüş”
     Kızım yüzüme “ ne diyor annem?” dercesine şaşkınlıkla baktı ama annem kurduğum tuzağı farketmeyip atladı ve anlatmaya başladı. Aliye’m anneannesinin masal anlatmaya başladığını zannedip yanına tırmandı, oturup merakla dinlemeye başladı. Bende aceleyle ütüme devam ettim.
“ Aliye’ ciğim eskiden evlerde çamaşır makineleri yoktu. Bırak makineyi evlerimizde su yoktu.” Dedi annem. Aliye şaşırarak;
“Sular mı kesilmişti anneanne?” Diye sordu merakla. Annem
“Yok, kuzucuğum suyumuz yoktu” deyince kızım inanmaz bakışlarla baktı anneme, annemse hevesle anlatmaya başlamıştı bile.


     “ Mahallemizde bir çamaşırlık vardı bütün komşular hepimiz çamaşırlarımızı orada yıkardık. Muhtardan çamaşırlık için sıra alır, sıranın verildiği gün sabah namazında kalkar çamaşırlığa gidip yanımızda getirdiğimiz odunlarla oradaki ocağı yakar üzerine çamaşırlığın kocaman kapkara kazanını oturtur tekrar evimize dönerdik. İki saat sonra geri geldiğimizde kazandaki su kaynamış olurdu. Büyük kazanı zar zor kenara alır küçük kazanı koyardık ateşin üzerine o kaynarken biz beyazları bir su yıkardık. Nasıl, biliyor musun benim meraklı kuzum? Orada büyük,  büyük taşlar vardır çamaşırı üstüne koyar sürte,  sürte işte böyle yıkardık”  hikayenin burasında annem koltuğun kırlentini önüne koyup mendilini kırlente sürterek bu işlemin nasıl yapıldığını gösterdi kızıma ve devam etti  “Yıkadığımız her parçayı kaynamakta olan kazana atardık, sıcak suda iyice kaynayıp kirleri çıksın diye tabi suya sabun ve soda  ilave ederdik temizlensinler diye. İyice kaynayan çamaşırları tekrar taşa alır sürte,  sürte iyice yıkardık arada birde tokaçlardık. “
     “ Tıkoç ne anneanne?”  Diye sordu Aliye.
     “Tokaç o güzel kuzum tokaç. Ucu geniş, yassı sopa gibi bir şey onunla çamaşırları böyle pataklardık” dedi annem eliyle kucağındaki kırlente vurarak tarif etmeye çalıştı ve yine devam etti  “ Yıkama bitti mi sıra durulamaya gelir. Çamaşırlığın, kocaman akarı olan bir durulama havuzu vardı çamaşırları oraya atar üç dört su durulardık ben beyazlarda son durulama suyuna her zaman biraz çivit atardım. Böylece çamaşırları serdin mi çıtır, çıtır olur güneşte mavi, mavi yanarlardı. Herkes imrenirdi benim çamaşırlarıma. Yaa, benim güzel kızım böyle zahmetliydi işte çamaşır yıkamak akşama kadar sürerdi. “


     “ Aliyeciğim çivit, mavi boya demek yavrum azıcık koyarlarmış suya çamaşıra hafif renk verirmiş” diye bilimsel bir açıklama yaptım kızıma. Çocukları doğru bilgilendirmek lazım değil mi ama? Dört yaşındaki kızım benim bu açıklamamdan ne anlamıştı bilmiyorum ama anladım manasında başını salladı sonra dönüp anneme baktı. Boynuna sarılıp iki yanağından öptü annemi. Üzgün bir ses tonuyla;
     “ Niye makinede  yıkamıyordun anneanne, dedem sana çamaşır makinesi, deterjan falan almıyor muydu?” Deterjanı da söyleyemiyor “ diteyzan” diyordu ben bir kahkaha attım annemde   gülerek sarıldı kızıma, sarılırken de “ yoktu kuzum o zamanlar yoktu” diyordu. Bizimki inatla;
     “Marketten gidip alsaydın ya” diye akıl vermeye devam ediyordu ki ben iyice koptum.
     Musluklarından sıcak su akan,  her türlü elektrikli aletin bulunduğu bir eve doğmuş dört yaşındaki bir çocuğa bir zamanlar evlerde su olmadığını çamaşırın evin dışında bir yerde yıkandığını anlatmak imkânsızdı. Ben ütülediğim çamaşırları kaldırırken annem Aliye’ye kömürlü ütüyü anlatmaya çalışıyor, kızım da hayretler içinde kızarak;
 “ fişe taksana anneanne yoksa sanada mı yasak fişlere dokunmak?” Diyordu.
     Ah sevgili dostlarım benim ütüler bu anıları düşünürken bitivermiş. Bakın bu iyi yöntemmiş,  eskileri hatırla ütü çabucak bitsin.
     Bu ütü meselesi nereden çıktı derseniz facebook’ ta bir hanım “ ütüyü icat eden kişi bir kolaylık buldum diye ne kadar sevinmiştir, ah ne diye buldun arkadaş buruşuk giyerdik” demiş. Okuyunca çok güldüm ben de aynen öyle düşünüyorum ama aramızda kalsın sakın anneme söylemeyin.





                                                                                                                  ESRA GÜREL ŞEN-  2018




ÇİÇEK HİKAYESİ




      Çiçekçi oğlan saksımı, sarı yaldızlı bir kâğıda sardı . Saçlarının iki yanını kazıtmış üstünü uzatıp sarıya boyatmıştı. "Sarışın Kızılderili" gibi olmuştu bence ama sanırım o kendini böyle çok yakışıklı buluyordu. Beni satın alan güzel kıza pazularını gösterebilmek amacıyla üst rafa uzandı ve bir sprey aldı. Daha aman diyemeden spreydeki esansı üzerime boşaltıverdi.
     “ Keşke yapmasaydınız. Kendi kokusu yeterdi” dedi güzel kız.
     “ Kalanchio’ lar kokmaz” dedi çiçekçi bilmiş bir edayla kıza bakarak.
     “ Halt etmişsin sen hiç çiçek olur da kokmaz mı? Sen duyamıyorsan ben ne yapayım” dedim içimden.  Tepesi sarı saçlı oğlan havalı hareketlerle jelatini tüm bedenimi kaplayacak şekilde haşır huşur sarıp tepemede tıpkı kendi saçı gibi sarı bir kurdele oturttu. Jelatinin en görünen yerine yapıştırılan çiçekçi etiketinden sonra hazırdım.
     “Beğendiniz mi?” diye sordu oğlan artistik bir hareketle beni kıza doğru uzatırken.
      Kız çiçekçinin kendine asılmasından memnun gülümsedi. 
     “ Çok güzel oldu elinize sağlık. Borcum ne kadar?”
      Oğlanın söylediği parayı çantasından, ellerinin güzelliğini görmesi için yavaş hareketlerle çıkardı, uzattı. Sonra da çapkın bir gülümseyişle çıkıverdi dükkandan. Artık güzel kızın kucağındaydım. Hızlı adımlarla birkaç sokak yürüdük. Beyaz boyalı şık bir apartmanın loş asansörüyle üst katlardan birine çıktık ve kahverengi çelik bir kapının önünde durup zili çaldık. Kapıyı güler yüzlü, güzel gözlü, yaşı biraz geçkince bir hanım açtı.
     “ Tuğçe’ ciğim hoş geldiiin!” dedi melodi gibi bir sesle. Adının Tuğçe olduğunu böylece öğrenmiş olduğum güzel kız içeriye girerken; 
     “ Aslı teyzeciğim bu çiçeği sana aldım” diyerek gururla uzattı beni güzel gözlü kadına.
     “ Ah nasıl da bilirsin çiçekleri çok sevdiğimi. Çok teşekkür ederim Tuğçe’ciğim harika görünüyorlar.” Diyerek beni aldı kadın ve doğruca mutfak olduğunu tahmin ettiğim bir yere götürüp tezgahın üzerine bıraktı.
     “ Sen geç hayatım ben çiçeği açıp şimdi geliyorum “ diye sesleniyordu bir yandan da Aslı Hanım.
      Sarı kızılderili saçlı çiçekçinin, Tuğçe’ nin gözüne girebilmek için özene bezene taktığı kurdeleyi bir hamlede çıkarıp çekmeceden aldığı makasla önce jelatini sonrada sarı yaldızlı kağıdı çıkarıp attı.
     “Ah çok şükür yeniden özgürlük, ne güzel, sevdim ben bu Aslı Hanım’ı.”
     
 Biraz sonra beni almış salonda başka birçok çiçeğin bulunduğu camın önüne begonya ile çuha çiçeklerinin arasına koyuvermişti.
Kırmızı,  kırmızı açmış sardunyalar gülümsediler ilk önce “ Hoş geldin Kalanchio.” Daha onlara cevap veremeden davudi sesiyleAtatürk çiçeği selamladı beni. Aman Allah’ım o ne yakışıklılık öyle. Kırmızı yapraklarını mağrur bir edayla sallayarak baktı bana. İçim eridi sanki. Yanımdan begonya ve çuha çiçeklerinin hoş geldinlerini duymasam takılı kalacaktım Atatürk çiçeğine.  İleriden tüm haşmetiyle kauçuk el salladı bana sonra sıra,  sıra dizilmiş menekşeler hep bir ağızdan hoş geldin dediler.
   En son bir gelin gibi süzülerek beyaz başını eğdi ve selamladı beni barış çiçeği.  Ne kadar zarifti öyle. Atatürk çiçeğiyle aralarında bir şey olduğunu hemen anladım. Çünkü barış çiçeği beni selamlarken Atatürk çiçeğinin yaprakları daha bir kızardı gözlerini ondan alamadı. Fesleğenle arap saçını arkamda kaldıklarından görmemişim, fark edince ben merhaba dedim onlara. Selamlaşma faslı bitince etrafıma şöyle bir bakındım buradaki bütün çiçekler bakımlı ve mutlu görünüyorlar. Anlaşılan Aslı Hanım iyi bakıyor
çiçeklerine. Bu benim için de memnuniyet verici bir şey. Bunu sesli dile getirdim. Bütün çiçekler söylediğimi onayladılar.

     Günler Aslı Hanımın su verdiği zamanları bekleyerek ve yeni arkadaşlarımla sohbet ederek geçmeye başladı.Çiçekler benden önce yaptıkları bir oylama ile begonyayı kendilerine başkan seçmişlerdi.  Bizim hayvanlar gibi hareket kabiliyetimiz ve insanlara duyurabileceğimiz bir sesimiz olmadığından isteklerimizi ya da duygularımızı ancak gelişimimizle anlatmaya çalışabiliriz. Farklı, farklı gelişim özelliklerine sahip böyle kalabalık bir çiçek
topluluğunda birbirinin hakkını  çiğnememek için bir başkan seçmek önemliydi elbette. Doğrusu ben Atatürk çiçeğinin başkan olmasını yeğlerdim ama onlar tercihlerini begonyadan yana kullanmışlardı Zaman geçtikçe begonyanın bu işi yapamadığına iyice kani olmaya başladım. Bir kere menekşelere torpil geçiyordu. İki de bir onların yapraklarına su değmesin diye sulama sırasında kendi yapraklarını uzatıp suların sıçramasını önlüyor ancak bunu yaparken benim ve çuha çiçeklerinin güneşine engel oluyordu. Oysa güneşten faydalanmak hepimizin hakkıydı. Bir gün çuha çiçeklerini organize ettim ve sulama sırasında yapraklarımızı elimizden geldiğince uzatıp titreterek suların menekşelere sıçramasını sağladık tabi sonrasında olanlar bizimde hoşumuza gitmedi çünkü menekşeler o kadar çok ağladılar ki, onları susturmak için biz de uğraştık ama olsun bir eylem koymuştuk sonuç ta ortaya fakat begonya ile aramız bozuldu. Beni bozgunculuk yapmakla suçlayarak sardunyalardan yapraklarını benim üzerime uzatmalarını ve beni bir müddet güneşsizliğe mahkum etmelerini istedi. Barış çiçeğinden ise çuha çiçekleri ile konuşmasını ve bu tür eylemlerin huzuru ve düzeni bozacağından bir daha bana uymamaları konusunda onları ikna etmesini istedi. Doğrusu çok bozulmuştum. Bu begonya da kendini ne zannediyordu böyle?

Bu güneş meselesinin bütün çiçeklerin zayıf noktası olduğunu biliyordum. Begonyanın bilmediği ise benim güneşsiz ortamlarda da rahatlıkla büyüyebildiğim gerçeğiydi. Organik yapım buna uygundu çünkü ben aslen bir saksı çiçeği değil tropik özellikli bir bahçe bitkisiydim. Günden güne yapraklarımı kalınlaştırmaya ve dallarımı kuvvetlendirmeye başladım. Herkes tarafından sevilen begonyayı alt etmek istiyorsam yavaş ve emin adımlarla ilerlemeliydim. İlk iş, çuha çiçeklerini yeniden yanıma çekmek ve begonyaya karşı tavır almalarını sağlamak için onlarla bir konuşma fırsatı ayarladım.                                    


       
     “ Bakın arkadaşlar biliyorsunuz benim menekşelere karşı hiçbir art niyetim yok. Ancak onların yaprakları leke olmasın diye sizin ve benim güneşten az faydalanmamızı, halen daha haksız buluyorum. Bakın güneşi yeterince alamadığınız için alt yapraklarınız güçsüz kalıyor ve sararıyor eh sararmış yapraklı çiçek istemediğinden Aslı Hanım’da haklı olarak onları kopartıyor. Geçen gün benimde sararmış yapraklarımı kopardı nasıl canım acıdı anlatamam eminim sizinde acıyordur. Begonyanın bile alt yaprakları aynı nedenle sarardı yakında onunkiler de Aslı Hanım tarafından koparılır. Yazık değimli bize canım bizim de yaşama hakkımız var. Menekşeler yaprakları lekeli yaşayabilirler ama biz güneşsiz yaşayamayız” diye uzun bir nutuk çektim. 
     
Nutuğumu çuha çiçekleri ile birlikte arap saçı ve fesleğende dinledi. Hepsi bana hak verdiler. Uzaktan kauçuğun beni destekleyen işaretini görünce iyice ümitlendim ve ertesi gün Aslı Hanım’ın sulama işlemini bekledim. Hepimiz sulandıktan sonra yüksek sesle,
     “ Yeni bir oylama istiyorum ben de başkanlığa adayım “ dedim. 
     Atatürk Çiçeği ve Barış çiçeği çok şaşırdılar. Begonya; 
    “ Hiç şaşırmadım böyle bir şeyi uzun zamandır bekliyordum ben kendime güveniyorum hemen oylama yapalım” dedi. 
     Sardunyalar bu fikri alkışlarla karşıladılar, menekşeler begonyaya desteklerini bildirerek kabul ettiler. Ertesi günü sulamadan sonra yeni bir oylama yapmaya karar verdik. Oylama benim ve begonyanın arasında olacaktı tabi. Gece, usulca bir dalımı uzatarak menekşelere ulaştım. Onlara eğer beni seçerlerse konforlarından hiçbir şey değişmeyeceği gibi yan pencereden gelen öğle güneşinin onlara zarar verdiğinin farkında olduğumu ve bunu önlemek için kauçuğun yapraklarının o pencereyi kapatmasını sağlayacağımı söyledim. Bu teklifim menekşelerin hoşuna gitti galiba ama emin değilim. Gecenin ilerleyen saatlerinde Atatürk çiçeği ve barış çiçeğine uzanarak;

   
      "Değişim iyi olacak yeni bir yönetim küçük çiçek topluluğumuzun geleceği açısından önemli ve gereklidir.Ben begonyanın iyi niyetli olduğuna inanıyorum ancak yaşı ve yıllardır hep aynı konumda durması nedeniyle vizyonu biraz daralmış oysa ben hem gencim hem de daha yeni dışarıdan geldiğim için vizyonum çok geniş. Güneşten eşit yararlanma çok önemli bir konu bunu mutlaka halledeceğim” dedim. Barış çiçeği beyaz başını nazlı nazlı salladı ve söylediklerimi tasdikledi.
     Ertesi sabah sulama saatini heyecan içinde bekledim, nihayet Aslı hanım elinde pembe sulama kovası ile belirdiğinde bütün çiçeklerim stresten neredeyse döküleceklerdi. Oylama sakin başladı herkes kimi seçmek istediğini söyledi. Kauçuk, çuha çiçekleri, arap saçı ve fesleğen oylarını benden yana kullandılar. Atatürk çiçeği ve onun etkisindeki barış çiçeği ve tabi ki bütün sardunyalar oylarını begonyadan yana kullandılar durum eşit gibiydi eşitliği menekşeler bozacaktı. Begonya kendinden yana oy vereceklerinden emin, menekşelere dönüp;
     “ Sizin oyunuz kime?” diye sordu. 
Menekşeler kendi aralarında kıkırdaştılar sonra hep bir ağızdan,
     “ Biz oyumuzu Kalanchio’ya veriyoruz” dediler. 
     İşte o anda begonyanın halini görmeliydiniz. Zavallının bütün yaprakları düştü çiçekleri soldu. Bense zaferimin heyecanıyla herkesin güneşten eşit yararlanacağı üzerine hak ve hukuk içeren harika bir konuşma yaptım.
      Doğrusu başkanlığın bu kadar zor ancak bu kadar kazançlı olacağını tahmin etmemiştim. Her çiçeğin farklı isteği vardı bunları yerine getirmek zaman zaman çok zor olabiliyordu ancak başkanlık beni bazı imtiyazlarada kavuşturdu. Örneğin başkan olur olmaz çuha çiçeklerini yardımcım ve koruyucum ilan ettim.  Ben başkan olarak kuvvetli olmalıydım ki hepsinin isteklerini karşılayabileyim. Bir takım kurallar koydum. Kurallar olmaz sa bir topluluk nasıl idare edilir değil mi? 
    Birinci kural, güneş hepimizin hakkıydı ve kimse kimsenin güneşini kapatmayacaktı. İkinci kural bütün çiçekler başkanın söylediklerini itiraz etmeden yerine getireceklerdi, üçüncü kural ise bundan böyle sulama sırasında her çiçek yapraklarına düşen sudan bir ya da bir kaç yaprağını bana aktaracaktı.                                             
Sardunyalar buna önce karşı çıksalar da sonra alıştılar. Kauçuk, menekşeler için yan pencereyi kapladı ama bu Barış çiçeğine iyi gelmedi kauçuğun pencerenin kendisine bakan kısmını açması için Aslı Hanımın toprağına koyduğu vitaminin bir kısmını bana ve kauçuğa vermeyi kabul etti. Zamanla yapılacak bütün düzenlemeler için çiçekler bana bir şey vermeyi kabullendiler bunun sonucunda gün geçtikçe geliştim. Aslen bahçe çiçeği olmamın bana verdiği pervasızlıkla yayıldıkça yayıldım. Dallarım önce çuha çiçeklerinin üzerini kapladı. Kendi koyduğum güneşten herkesin eşit yayarlanacağı kuralını çoktan unutmuştum. Bütün uyarılarına karşı onları dinlemedim sonunda çuhalardan biri tamamen kurudu diğerini ise Aslı Hanım yerini değiştirerek kurtardı. Menekşelerin yaprakları benim yapraklarımdan damlayan sular nedeniyle beyaz beyaz lekelendiler çiçekleri küçüldü renkleri soldu. En son Barış çiçeği bütün vitaminlerini bana verdiğinden beyaz çiçeğini düşürüp yeşil ince bir dal haline geldi. Sonunda Begonya dayanamadı ve bütün bu olanlara itiraz etmeye başladı.  
Yeniden oylama istiyor benim bir zorba olduğumu ve bütün çiçek kolonisinin mahvına sebep olacağımı söylüyordu. Menekşeler ve sardunyalar ondan yana tavır alınca iktidarımın tehlikede olduğunu düşünerek dallarımı begonyanın güneşini engelleyecek şekilde uzattım. Sulama saatinde begonyaya dökülen bütün suyun benim yapraklarıma çarparak yerlere dökülmesini sağladım. Aslı hanım fark etmedi ama begonya susuz da kalmıştı. O kadar büyümüştüm ki istersem Atatürk çiçeğinin hatta kauçuğun bile güneşini önleyebilirim zannediyordum. Nitekim begonya birkaç gün içinde soldu. Bu bütün çiçeklere korku verdi. Hepsi sonlarının begonya gibi olmasından çekindiler. Saksımın içinde mutlulukla gerindim. İktidar mutlak olarak benimdi. Burada benim sözüm geçerdi. Bu rehavetle yayıldıkça yayılırken bir sabah Aslı Hanım yanında bir beyle geldi.
     “ Görüyor musun Ahmet’ ciğim Kalanchio ne kadar büyüdü. Vallahi ne yapacağımı bilemiyorum. Tamam,
güzel açıyor ama diğer bütün çiçeklerimi öldürüyor. Al bunu götür senin yazlığın bahçesine dik. Orada büyüsün ne yapayım” dedi.
“ Hayır, yapmayın ne olur bana dokunmayın” diye bağırdım ama nafile insanlar benim sesimi duyamazlar ki.  Ahmet Bey beni hoyratça arabasının arkasına attı götürüp bomboş bir bahçede kuru bir toprağa dikti. Şimdi ne iktidarım var artık ne de bir arkadaşım. Bana duyulan güveni kendi ihtiraslarıma kurban etmiştim. Hatamı anladım ama cezam çok ağır oldu bu çorak, deniz kumu dolu toprakta koca gövdemi yaşatmak için yağmur yağsın diye dua ediyorum şimdi.




                                                                                                           Esra Gürel Şen – Mayıs 2018



     



      






      















   


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar